ALEVİ-BEKTAŞÎ İNANCINA GÖRE KADIN İbrahim BAHADIR ÖZET Alevilikte dinî hiyerarşinin yapılanmasında cemaâtin bireyleri, cinsiyet özelliklerine göre değil, sahip oldukları niteliklere göre değerlendirilmektedir. Bu yaklaşımın bir sonucu olarak, cemlerde, belirli bir cinsiyet ayrımı gözetilmemektedir. Kadın erkek birlikte ibadet eder. Bunun yanı sıra, kadın evliyalara duyulan saygı, dinî önderliğin sadece erkeklere ait olmadığını göstermektedir. Alevilikte Hz Ali’nin karısı Fatma’ya duyulan saygı ve hürmetin altında da yine aynı gerekçe yatmaktadır. Kadınlar, bir anlamda Fatma Ana’nın yaşayan temsilcileri olarak görülürler. Yukarıdaki temel düşünceden hareketle bu makalede, kadının Alevî Bektaşî inancındaki yeri, çeşitli yorumlar eşliğinde ele alınmıştır.
ABSTRACT In Alevite belief, the structure of religious hierarchy was built according to the quality of religious members, not for their sexuality. As a result of this approach, there was no sexual separation in cemevleri where Alevite members worship. There, woman and men worship together. Besides this, showing respect to woman dervishes obviously indicated that the religious leadership didn’t only belong to men. That is the reason why a great respect and high regard is shown to Mother Fatma, Hz. Ali’s wife in Alevite belief. In one meaning, woman look as if the representatives of Mother Fatma. Following the basic thought mentioned above, in this article, the position the woman have in Alevite Bektashian Belief is determined by the help of various explanations. Anahtar Kelimeler: Alevî, Bektaşî, Kadın, Kadın Evliya, Fatma Ana. Key Wrods: Alevite, Bektashi, Woman, Women dervishes, Mother Fatma.
Her inanç, kendine has bir yaklaşımla, dünya ve ahirete ilişkin farklı yorumlar getirmiştir. Bu farklı yorumlar, kendi cemaati içindeki bireylere bakışına ve dinî hiyerarşiye de yansımıştır. Ya onları cinsiyetlerine göre ayırıp, bireylerin konumunu buna göre belirlemekte; ya da bâtınî bir yorumlayışla, onların zaten Tanrı katında cinsiyetsiz olduğundan hareketle dinî uygulamalarda bir ayrım yapmadan bilgi ve becerileri doğrultusunda görevlendirme yapmaktadır. Bu durum sadece dinden dine farklılık göstermeyip, bazen aynı dinin farklı yorumlarında bile mevcut olabilmektedir. Bunun en ilginç örneğini günümüz Türkiye‟sinde Alevî ve Sünnî inancın yapılanışında görmek mümkündür. Ortodoks Sünnî inancın temel yaklaşımlarına göre cinsiyet ayrımı oldukça belirgin olup, erkek egemen bir tutum izlendiği görülmektedir. Sünni Ortodoksluğun bu yaklaşımının toplumsal hayattaki yansımalarda olumsuz kimi örneklerine de rastlanmaktadır. Bu durum Alevîler‟de farklılık arz etmekte olup inancın kendisinde, cemaatin bireyleri cinsiyetine göre değil, onların niteliklerine göre değerlendirilip, dinî hiyerarşi içindeki statüsü buna göre belirlenmektedir. Bu yaklaşımın sonucu olarak cemlerde belirli bir cinsiyet ayrımı yapılmadan, kadın-erkek birlikte, toplu şekilde ibadet edildiği gibi; kadın evliyalara duyulan saygı dinî önderliğin sadece erkeklere ait olmadığını göstermektedir. Alevî inancında Hz. Ali‟nin karısı Fatma‟ya duyulan saygı ve hürmetin altında yine aynı gerekçe yatmaktadır. Kadınlar bir anlamda Fatma Ana‟nın yaşayan temsilcileri olarak görülür. Aleviliğin kadın ve erkek arasında bir ayrıma gitmeyip, onu farklı bir kategoride değerlendirmesi, tarihsel hafızası olan ilk dönem tasavvufunun kendi dünya görüşünün ürünüydü. Geçmişten günümüze, tarihsel bir süreklik olarak devam eden ilk dönem tasavvuf hareketi ürünü olan Kadın derviş ve Kadın evliya kültü Alevî inancında, kadına ilişkin değerlendirmelerde önemli bir rol oynamıştır. Alevî-Bektaşî inancına göre Tanrı, herkese karşı eşit mesafede olup, ibadet herkese açıktır. Tanrı‟nın karşısında insanlar, kadın ya da erkek değil can olarak bulunmaktadırlar. Bu nedenle, “Alevî–Bektaşîler, ibadetleri sırasında cins faktöründen soyunmuş-sıyrılmış olarak, bir üst bağlamda İnsan olarak meydana girerler. Bektaşîler‟in ibadet yeri olan meydana girerken, erkeğin kişiliği ve kadının kişiliği meydana girmez, şeklinde vurgularlar.” İbadet esnasında insan, Tanrı‟nın karşısındadır. Tanrı katında insan, zaten kendi bedeninden çıkıp ruh yani can olarak bulunmaktadır. Alevî-Bektaşî İnancına Göre İnsan Alevî inancında, cemaate bağlı insanlar can kavramıyla tanımlanır. Can kavramında herhangi bir cinsiyet iması bulunmaz. Yani burada kast edilen, bedenin içindeki ruhtur. İnsan bedeni ise ten olarak tanımlanıp o ruhun dışındaki elbisedir. Ruh bedenden çıktığı zaman, insandaki canlılık yok olur. “Ölürse ten ölür canlar ölesi değil” derken Alevî inancında tenin, canın elbisesi olarak algılandığı gösterilmektedir. Bu anlamda dünyevî olan ten olup, onda dünyevî cinsel görünümler bulunmasına rağmen, can, hak katına gidip gelen ruh olarak ahiret, yani Tanrı katında bulunan cinsiyetsiz bir varlıktır. Alevîlik için esas olan zahirî görüntü değil, bâtınî, iç görüntü olduğuna göre, asıl olan candır. Burada kastedilen kadın ya da erkek değil, insan bedeninin içindeki ruh olup, cinsiyet ayrımı canda değil tendedir. “Tanrı katında insanlar can olarak bulunmaktadır. Tanrı onları insan bedenine sokmadan onlar ruhtur. Tanrı katından gelirken de giderken de ruh olarak bulunmaktadırlar.” Ehli Haklardan Murtazaoğlu‟nun “Gerçek Alem-i manada olmaz cinsi tain eylemek… Cümle vahid ruh olup ruhi revanımsan benim” derken anlattığı, bu inançtır. Cavit Murtazaoğlu bu dizelerde, insanın gerçek alemde ruh olduğunu, kimsenin kadın ya da erkek olmadığını söylemektedir. Benzer inanç ve düşünceleri Alevî inancı içinde görmek mümkündür. Yunus, “Bir ben vardır bir de benden içerü” derken içindeki ben, bu gerçek alemdeki bendir. Asıl olan da, dışarıdaki değil içerdeki bendir. Can farklı donlarda dolaşmakta, bu nedenle “Gerçek alemde ne kadın, kadın; ne erkek, erkek olmayıp, hepsi ruhtur.” Alevîler arasındaki inançlara göre “Ruhun dün be dün” bürünüşten bürünüşe geçip ruh farklı bedenlerde dolaşmaktadır. İnanca göre, don giysi olarak anlaşılıp ruhun bedenleşmesini ifade eder. Kimi yorumlarda bu don değiştirme de bedenleşme, sadece insan olarak değil hayvan bedeninde de ruhların dünyaya geldiğine inanılmaktadır. Bu bağlamda açıklık getirilmesi gereken bir başka kavram da üryan’dır. Alevîlik‟teki “Üryan püryan olmak” deyimi yer yer yanlış anlaşılmaktadır. Alevî kökenli de olsa geleneği tanımayan ya da dışarından konuyu araştıran insanların yer yer bu kavramı yanlış değerlendirdiklerine şahit olunmaktadır. Üryan olmak, çıplak olmak anlamında olmayıp dünyevî uzuvlardan ve görünüşten kurtulup, gerçek âlemde can olmak anlamı taşımaktadır. Yani üryan, üstündeki elbise olan et ve kemikten kurtulup ruh olmaktır. İnanca göre vücutta bulunan et ve kemik, bir elbise olarak algılanmaktadır. Üryanlık dünyevî uzuvlardan kurtulup tamamen içe dönme olarak anlaşılmaktadır. Balkanlar ve Anadolu‟nun birçok yerinde olduğu gibi, özellikle Malatya-Adıyaman bölgesinde üryan cemleri son zamanlara kadar yapılmaktaydı. Dede Ali Ayabek, bu cemler konusunda şunları söylemektedir: “Bu cemler normal cemlerden oldukça farklı olup, bunlarda Alevî inancından olsa da herkes alınmamaktadır. Bu cemlere katılmak için ocak hizmetlerinin içinde pişmiş; dört kapı kırk makam hizmetlerini eksiksiz yürütmeyi ve yerine getirmeyi hak etmiş; kendisini hak yoluna adamış; sır saklamayı bilen; ehli kâmil, dünya nimetlerinden elini eteğini çekmiş; Hak adına gören, Hak adına karar veren, kadın-erkek farkı gözetmeksizin sırrı hakikat kapısına gelmiş insan olmak gereklidir. Bunlar sırrı üryan cemleri yaparlar; bu cemlere herkes giremez, sadece çok özel seçilmiş belli bir zümreye aittir. Bu cemde kadınerkek karışıktır, belirtilen mertebeye ulaşanlar katılırlar ve diğer cemlerin tersine her hizmeti bütün katılanlar yaparlar. Bu cemlere katılanların hepsi pir, hepsi mürşit olup herkes 12 hizmeti birlikte yaparlar. Bu cemlere katılan kadınlar kendi aralarında pirlik görevini yerine getirmektedir. Kadın-erkek beyaz, boyundan yakasız ayaklara kadar olan bir elbise giyerler.” Bu elbiselerin bir anlamda kefen olarak kabul edilmiş olduğunu düşünmek mümkündür. Çünkü üryan olmak için dünyevî her şeyden kopmak gerekmektedir. Bu yakasız gömleğin giyilmesiyle kefenin sembolize edildiğini düşünmek daha doğrudur. Zaten cemde üryan, yani ruh olarak bulunulmaktadır. İ. Melikof, Deliorman bölgesinde Bedrettin'in çıplak asılmasının anısına Üryanlar semahı (çıplaklar semahı) adlı bir semah yapıldığını, aynı semahın Kars-Sarıkamış‟ta da bulunduğunu söylemektedir. Semaha katılanlar tamamen çıplak olmayıp erkekler bir peştamala sarınır, kadınlar çok ince, omuzu ve kolu çıplak bırakan uzun bir gömlek giyer. Üryanlar semahı ya da Üryanlar ceminin Bedrettin‟i tanımayan Alevî grupları içinde de bulunması, bu cem semahlarını sadece Bedrettin‟le ilişkilendirmemizi engellemektedir. Bu konuda Melikof‟un yanıldığı görülmektedir. Bu durum, cem ve semahların tarihsel köklerinin daha öncelere dayanan bir uygulamanın devamı olduğunu göstermektedir. Üryanlar semahı ve cemi, dünyevî hırs ve arzulardan kurtulmuş olarak yapılan ibadetlerdir. İnanca göre bu cemlerde bulunanlar, kadın ya da erkek değil; sadece ruh olarak orada bulunmaktadır. Asıl dikkat edilmesi gereken; dünyevî olarak algılanan cinsiyete pek önem verilmeyip, herkesin her görevi yürütebileceğinin gösterilmesidir. Bu konuda en iyi örneklerden birisi Baba İlyas‟ta görülmektedir. Baba İlyas‟ın, Amasya‟daki Çat Köyü‟ne yerleşmesinden itibaren geçen üç yıl içinde kadınlı erkekli yetmiş iki bin müridi bulunuyor. Bunların birbirlerine karşı asla nefis lezzeti duymadıkları bir arada bulundukları hâlde birbirlerinin kadın mı erkek mi olduklarının farkına varmadıkları ifade edilmektedir. Kalmaz ayruk bularda lezzet-i nefs Mihnete kalbolur mahabbet-i nefs Er ü avrat birbirin bilmez Bu ne sırdur bu sırra akl irmez… Üryanlar ceminden kast edilen de budur. Bu durumun bir başka yansıması, kimi Alevî erenlerin belli bir cinsiyetinin olmadığını vurgulayan betimlemelerde bulunmaktadır. Bunlardan birisi Hacı Bektaş‟ın hayalarının bulunduğu yerde beyaz ve kırmızı gülün bulunduğuna işaret etmektedir. Benzer bir olay, biraz farklı olarak Otman Baba için anlatılmaktadır. Otman Baba‟nın bacaklarının arasında bir kırmızı bir ak gül bulunmaktadır. Bu, bir anlamda onun cinsiyetsizliğini anlatmak için yazılmış olmalıdır. Onun cinsiyetsizliğine dair vurgu, dünya nimetlerinden arınmışlığının sembolik anlatımı olmalıdır. Günümüzde, gelenek çok iyi yaşatılamadığı için bazı değerlendirmelerin, güncel bazı değerlere ters gelmesi mümkün olmasına rağmen geçmişte belirli bir seviyeye gelmiş insanlar açısından kadınlık ya da erkekliğin çok önemli olmadığı görülüyor. Bununla ilgili, ilginç bir örnek Ege‟deki kadın erenlerden Kara Kız‟dır. Kara Kız adının kimi yerde erkekler için de kullanıldığı görülmektedir. Kara Kız‟ın, Sarı Kız gibi mitolojik bir kişilik olup olmadığı konusunda bir netlik bulunmuyor. Erken dönem ünlülerinden Yoğurtlu Baba‟nın bir diğer adı Kara Kız olarak geçmektedir. Yine aynı adı taşıyan Bektaşî babası Hacı Baba, bu sanı kullanmaktadır. Hacı Baba ile ilgili bir belgede “Kıssa-i ikrar Yusuf bin Mahmut eşşhir bi kara kız” diye geçmektedir. Alevî inancına göre, belli bir yol kat etmiş insanlar için cinsiyet diye bir problem olamaz. Zaten onlar dünyevî olan her şeyden kurtulmuş olarak yani üryan olarak bulunmaktadırlar. Bir anlamda Üryanlık ölmeden ölmektir. “Yapılan cemler, gerçek alemdeki canların cemleridir.” Melikof‟un Deliorman bölgesinde Bedretinîler‟le yan yana bulunan Babaîler‟den duyduklarını Bedrettin‟le ilişkilendirmesi, bunu yanlış olarak çıplaklar semahı olarak değerlendirmesine sebep olmuş olmalıdır. Alevî-Bektaşî İnancında Kadınını Yeri Yukarıda can ve üryan kavramı çerçevesinde açıklandığı gibi, inanca göre talipler, ibadet esnasında cinsi özelliklerinden sıyrılmış olarak düşünülür. Bu örnekler bizlere, inancın kendini belli bir cinsiyete göre konumlandırdığını söylemenin zor olduğunu göstermektedir. Alevî inancında hiçbir cinsiyetin kutsallığından bahsetmek ve birini diğerinden üstün tutmak için gerekçeler bulunmamaktadır. Yer yer yükselen değerlerin çekiciliğine kapılarak kimi Alevî aydınlarınca kadının kutsallığına ilişkin ortaya atılan kimi değerlendirmelerin de gelenekle değil modern yorumlarla bağı vardır. Alevî inancında kadının kutsallığı değil; “er” mertebesine ulaşan insanın kutsallığı söz konusudur. Bu dereceye kadın ya da erkek kim gelirse gelsin kutsallaştırılır. Bu nedenle Alevî inancının tek bir cinsi kendine merkez aldığını söylemek zordur. Alevî inancında tasavvufun ilk dönemlerinde olduğu gibi insanlar cinsiyetine göre değil, inançta kat ettiği yola göre değerlendirilir. Eğer kişi, bilgisi ve yaşantısı ile inanç içerisinde ilerlemiş ise, ister kadın ister erkek olsun, sıradan insanlardan daha üst seviyededir. Bilgi ve yaşantısı ile belirli bir olgunluk seviyesine ulaştığında artık o kadın değil erdir. Bilindiği gibi tasavvufta erlik, erkeklik anlamına gelmeyip bilgi ve yaşantısı ile inançta belirli bir yol kat edenlerin geldiği bir makamdır. Münire Bacı bu durumu dizelerinde dile getirir. “Erkan ile yürürüm Yol ehlinin kuluyum Ben bir erin oğluyum Haydariyem Haydari” Münire Bacı‟nın kendisi kadın olduğu hâlde “Ben bir erin oğluyum”dan kastettiği cinsel bir tanımlama değil; tasavvuftaki erlik makamıdır. Tarikatta mesafe almış ve dünyevî bazı duygulardan kurtulup, kendini sadece inancına vermiş kişilerin gelebildiği seviyedir. Münire Bacı “Ben bir erin oğluyum” derken geldiği bu seviyeyi bize söylemektedir. Alevî inanç çevresinde aşağıda örnekleri görüleceği gibi kadınların sadece dervişlik makamının dışında halife olarak tekkeleri yönettikleri; oralarda kendilerine bağlı birçok müridi bulunduğu bilinmektedir. Bunun en iyi örneği Hacı Bektaş‟ın ölümünün ardından onun postuna oturan Kadıncık Ana‟dır. Kadıncık Ana Bektaşîliğin kurumlaşmasını sağladığı söylenen Abdal Musa‟yı yetiştirmiştir. Aslında, bu tekkede sadece Abdal Musa değil, aynı dönemde birçok Alevî dervişin yetiştiği söylenmektedir. Bunlardan birisi Kızıldeli olarak bilinen Seyit Ali Sultan‟ın bir süre Hacı Bektaş Tekkesi‟nde kalmış olduğu kendi Vilâyetnamesi‟nde anlatılmaktadır. Seyit Ali Sultan‟ın yaşadığı dönemle Kadıncık Ana‟nın yaşadığı dönem uyuşmaktadır. Kadıncık Ana‟nın sadece Abdal Musa‟yı değil; Seyit Ali Sultan‟ın da yetişmesine katkısı olması mümkündür. Kadıncık Ana‟nın hatırası Alevî gurupları içerisinde hâlen yaşamaktadır. Sarıbal Ocağı‟ndaki cemlerde kurbancı hizmetinde hizmet sahibi olarak kadınlar onu temsilen mürşit karşısında dua alırlar. Yine, Balkanlardaki Kız Ana da Demir Baba Vilâyetnamesi‟nde tekkede posta oturan kişi olarak tanıtılır. Onun adına kurulan tekke hâlen halkın en önemli uğrak yeri olma özelliğini korumaktadır. Ömer Lütfi Barkan‟ın yayımladığı belgelerde bu konuda, posta oturan altı kadından bahsedilmektedir. Bu durum son olarak, 19. yüzyılda Tokat‟ta yaşayan Hubuyarlı Alevîleri‟nden Anşa Bacı ve Afyon Emirdağ ilçesine bağlı Karcalar Köyü daha önce kendilerine Hüseyni denilmesine rağmen yüzyılın başında Zöhre Bacı‟ya bağlanmalarında kendini göstermektedir. Bu örnekler git gide azalsa da geleneğin hâlen sürmekte olduğu görülmektedir. Alevî grupları içerisinde dede ocağı olarak bilinen ve toplumda dinî önder durumundaki kimi ocakların kadına bağlı olduğu görülmektedir. Adıyaman‟ın Çelikhan ilçesi Bulam nahiyesinde Zebran (Sarı gök) ziyareti bulunmaktadır. Bu ziyaret, Zebran adında bir kadın pire ait olup, aynı sülâleden gelenler tarafından bir ocak olarak bilinmektedir. Bu kadın pire bağlı ocaktan gelenler, son dönemlere kadar Alevî gruplara dinî hizmetler götürmekteydiler. Alevî inanç ve ibadeti olan cemlerde de kadınlara yönelik bakış açısını görmek mümkündür. Bilindiği gibi Kırklar, Alevî inancında en üst makamı oluşturan birliktir. Melikof‟a göre Alevîlik‟te cem demek Kırklar‟ların sohbetini cemini canlandırmak demektir. Alevî inancına göre her olgunluk seviyesine gelenin cinsiyetine bakılmadan en üst makama kadar gelebildiğinin bir başka örneği Kırklar arasında kadınların da bulunmasıyla kendini göstermektedir. Kırklar arasında yalnız erkekler değil kadınlar da bulunmakta olup, bunlardan 23‟ünün erkek, 17‟sinin kadın olduğuna inanılmaktadır. Kırklarla ilgili yaygın inançlardan biri Fatma Ana‟nın da onların içinde olduğudur. Yine cemdeki süpürgecinin okuduğu gülbankta “Biz üç bacıydık Kırklar meydanında süpürgeciydik.” diye bir bölüm de onların Kırkların içinde olduğunu göstermektedir. Kırkları oluşturanların bazen erkekler, bazen de “kırk ince belli kız olabildiği kimi şiirlerde görülmektedir. Kul Ethem bir deyişinde; “Seyyid Battal Gazi erenler kendi İnanmayan kâfir imana geldi Üryan baba ile Melik gazi bendi Kırk kız kadeh koyar sunar dolumuz” Yine günümüzde Ali Aybek Dede, aynı inancı dizelerinde şöyle dile getirir: “Kırk meyveli bir ağacın Kırkı kardeş kırkı bacı” Alevîliğin en üst makamı olduğuna inanılan bir yerde kadınların bulunduğuna inanılırken; dünyevî bir özellik taşıyan ibadetlerde kadına karşı ayrımcı yaklaşım içerisinde olacağını söylemek gerçekçi olmaz. Kırkların muhabbetinin sembolize edildiğine inanılan cemlerdeki uygulamalarda büyük çoğunlukla 12 erkânın esas alındığı görülüyor. Cemlerdeki 12 hizmet, 12 imamları temsil eder ve her görev alan 12 imamdan birisinin görevini sembolik olarak yerine getirmektedir. Bu görevlerin hiçbirisi bir diğerinden daha değersiz değildir. Cemler ve Dinî Pratiklerde Kadın: Bazı bölgelerde farklılıklar arz etmesine rağmen cemlerdeki görevlerin birçoğunda kadınların da görev aldığı görülüyor. Kadınlar, cem esnasında erkeklerle birlikte posta oturmak ve cemin yürütülmesini sağlamak dahil bütün görevleri yerine getirmektedirler. Bu konuda Tunceli bölgesinde kimi örnekler ve Tokat‟ta Hubuyarlardan Anşa Bacı‟nın kendi sağlığında çeşitli örnekleri görülüyor. Yine Cumhuriyet‟in ilk yıllarında yaşamış olan Sivas-Çamşık yöresindeki kimi dede soylu kadınlar, posta oturup cem yönetmişlerdir. Dede Hüseyin Gazi Metin, büyük annesi olan Fatma Ana‟nın ceme geldiğinde, dedelerin postu ona bıraktıklarını söylemektedir. Fatma Ana‟nın cemi yürütmesine Gazi Metin Dede, kendisinin de şahit olduğunu bildirmektedir. Bunların dışında yine Hüseyin Abdal ocağından İsaf Ana (İnsaf) ve Ela Ana, posta oturarak cem yürütmüşlerdir. Yine günümüzde görevini devam ettiren Denizli merkeze bağlı Uyanık köyündeki Sultan Battal, posta oturarak hizmet yürütmektedir. Hacı Bektaş‟taki Çelebilerin onayı ile Sultan Battal, Denizli Abdallarına 5-6 senedir cem hizmetini posta oturarak yerine getirmektedir. Rehber hizmetinin aslında kadınlara ait bir hizmet olduğu Bektaşî uygulamalarından anlaşılıyor. İnanca göre, mürşit talibin yol babası, rehber ise yol anası olarak kabul edilir. Trakya bölgesi Bektşîleri‟nde, kadınlar da rehber hizmeti yapmaktadır. Cemlerdeki zakirlik görevini üstelenen kadınlar da bulunmaktadır. Yörükan da kadınların posta, erkeklerin yanında oturduğunu söylemektedir. Sivas Çamşık‟ta, Hüseyin Abdal ocağından Ela Ana, birçok cemde zakirlik yapmıştır. Yine aynı yörede yaşamış ve bir nevi evliyalaştırılmış Âşık Fato‟nun da uzun süre dedelerle birlikte cemlerde zakirlik yaptığı, kendi akrabalarınca anlatılmaktadır. Yine Bulgaristan‟daki Alevîler arasında, cemin yürütülmesi ve deyişlerin okunmasında kadınların da eşlik ettiği bilinmektedir. Dede Ali Aybek, önemli bir konuyu aydınlatarak “Malatya-Adıyaman bölgesindeki cemlerde Çerağ yakmak, asıl kadınların görevidir.” diyor. Aybek, gerekçe olarak şunları anlatmaktadır: “Bu görevi kadınların görmesindeki asıl sebep, Fatma Ana‟nın temsilcileri olarak asıl ışığın onlardan gelmesidir. Onlar ocağın başıdır. Bu nedenle Çerağacı olarak görevlendirme erkeklerin değil kadınların hakkıdır.” Genellikle tekkelerdeki ocaklara Fatma Ana‟nın adının verilmesi, hatta kimi eski volkan yataklarının bile Fatma Ana‟nın adıyla anılması bu inançla ilgili olmalıdır. Bu inancın pratikteki yansıması olarak, kadınların rehberlik hizmetini yapması, anlaşılır hâle gelmektedir. Aynı uygulama Trakya Bektaşîleri‟nde de görülmekte olup, onlar Çerağları ayakta değil oturarak uyarmaktadırlar. Yine Malatya ve Adıyaman bölgesinde, cemevinin hazırlanması işlemi, kadınlara verilir. Cemevine girerken pir ya da mürşit, bu kadından rıza alarak içeri girer. Bunun dışında sakacı olarak ve süpürgeci olarak da kadınlar cemlerde görevler yerine getirmektedir. Yukarıda söylendiği gibi 12 imamların sembolik temsilcileri olarak görevlerini yerine getirmeleridir. İnanca göre yapılan işlerde nicelik ya da nitelik aramak doğru değildir. Cemlerde kentleşme öncesinde Anadolu‟nun bir çok bölgesinde kadın erkek karışık şekilde oturup ibadet edilmekteydi. Köylerde ve küçük bölgelerde birbirini tanıyan insanlar arasında karışık şekilde cemde oturulurken, günümüzde kent ortamında birbirini tanımayan farklı simalarla yan yana geliş nedeniyle, kimi yerde aynı mekânın içinde bir tarafa kadınlar bir tarafa erkekler, kendi seçimleri ile oturmaktadır. Bu iki grup arasında bir bölme olmayıp, salonda bir tarafta erkekler, diğer tarafta kadınlar oturmaktadır. Bu durumun inançla ilgisi olmayıp günlük pratik bir çözüm olarak uygulanmaktadır. Birbirini tanıyan grupların cemlerinde, özellikle aynı köylülerin cemlerinde, kadın erkek karışık şekilde oturulmaktadır. Kentlerdeki uygulamaya benzer bir uygulama, Trakya‟da görülmektedir. Trakya‟da Balım Sultan Bektaşîleri ve Bedrettinler‟de mürşit, meydan evinde köşede oturur. Mürşidin oturuşuna göre kadınlar, mürşidin sol tarafına, erkekler sağ tarafında yer almaktadır. Arada bir boşluk kalmaktadır. Trakya‟daki tüm tarikatlarda, ibadet sonrası sofralar kurulur. Bu boşluk aslında aynı zamanda sofraların yayılması sırasında ve kadınların erkeklerin meydan evinde gerektiğinde seyrana çıkmasında düzeni sağlar. Yine, İran‟daki Ehl-i Haklar arasında, kadınların ibadet esnasında ayrılmalarının nedeni olarak devletin baskısını görmekteyiz. Anadolu ve Balkanlar‟daki bütün Alevî gruplarında, Nuseyrî‟ler dışrarıda tutulursa, ibadet esnasında kadın erkek birliktedir. Nuseyrîler‟de kadını kötü gördükleri için değil; yol kurallarının bir kadının işkenceye dayanamayıp anlatması sonucunda, sırların açığa çıktığı gerekçesiyle böyle bir önlem aldıklarını söylemektedirler. Yine Alevîlik‟te musahiplik, ahiret kardeşliği anlamına gelmektedir. Musahip olabilmek için evli olmak şarttır. Evli olmadan musahip tutulamaz. Musahiplik, Alevîler‟in iki aile arasında kurduğu dayanışma kurumudur. Bu durumu Pir Sultan Abdal, dört canın bir beden olması olarak anlatmaktadır. Bu anlamda musahip kardeşliğine niyetlenen dört kişinin birbiri ile anlaşması çok önemlidir. Erkekler ya da kadınların anlaşamaması durumunda, musahiplik niyeti gerçekleşemez. Musahiplik, sadece erkekler arasındaki bir dayanışma değil; aileler arasındaki dayanışma ve kardeşliği ifade eder. Musahip olunan aile üyeleri ile erkekler kadar kadınlarında anlaşması çok önemlidir. Hatta Trakya Bektaşîleri‟nde eri bir makam veya görev alacak ise mutlaka eşinin rızası olması gerektiği şartını koşarlar. Bu örnek de bize, Alevî inancının kadına yönelik bir ayrımcı tavrı olmadığını göstermektedir. Konu Üzerine Yapılan Bazı Eleştiriler: Alevî-Bektaşîlerdeki kadınların yeri konusunda ulema geleneğinin son temsilcisi, Süleyman Uludağ‟dan çeşitli eleştiriler gelmiştir. O, “Bektaşîliğin diğer tarikatlara nazaran kadınlara daha çok değer verdiği, sık sık ifade edilir; ama bu doğru değildir. Bektaşîlik‟te tarikata giren kadın, erkeklerden sonra meydana girer ve onların arkasında oturur. Cem ayini icra edilirken erkekler önde, kadınlar erkeklerin arkasında oturur. Ayrıca bir kadının Bektaşîliğe girebilmesi için kocasından veya velisinden izin alması, veyahut iş göremez bir hâlde bulunması gerekir. Bektaşîlerde kadın derviş, baba ve dede-baba olamaz. Tarikat önderliği, erkeklere özgüdür. Görüldüğü gibi hakiki Bektaşîlikte, hiçbir şekilde kadın erkekle eşit değildir. Bu bakımdan, bu tarikatın diğer tarikatlardan farkı yoktur” der. Uludağ, bunları yazarken ne bir kaynağa dayanır ne de bu cem ayininin hangi bölgeye ait olduğuna ilişkin kendi gözlemleri konusunda bilgi verir. Büyük ihtimalle, özellikle 19. yüzyılda sadece Alevîleri kötülemek maksadıyla yazılmış çalışmalar, onun değerlendirme kaynağı gibi görünüyor. En azından işini ciddiye alan bir insan bu yazılanların doğruluğu konusunda, gidip bir cem ayini görebilirdi ki, buna pek gerek duymamış olduğu yazdıklarından anlaşılmaktadır. En azından, bir cem ayinini bir başkasından dinlemiş olduğunu bile söylemek, mümkün değildir. Süleyman Uludağ, zaten kadın erkek ibadet mekânlarında bulunmaya sıcak bakmadığını ve bunu şeytan işi olarak gördüğünü, (kendi söylemek istediğini) Ahmet Rıfat‟a söyletir. “Kadınların; erkeklerin bulunduğu bir mecliste ikrar vermesi nasıl mümkün olabilir?” diye sorar ve arkasından bunun şeytan işi olduğunu söyler. Kendi kitabında, ilk dönem tasavvuf hareketlerinde görülen kadın ve erkek mutasavvıfların birlikteliğine ses çıkarmazken, Alevî-Bektaşîliğe karşı bu hakaret ve suçlayıcı yaklaşımı, kendisinin bu meselelerdeki çifte standardını göstermesi bakımından ilginçtir. Bektaşîlikte, kadınların dergâhlarda erkeklerle birlikte bulunmasını eleştiren ve kitabının bazı bölümlerinde bunu sapkınlık olarak değerlendiren yazar, geçmişteki iftiraların günümüzde de devam ettirilmesini sağlamak konusunda kararlılığını göstermektedir. Uludağ‟ın bir başka çarpıtması ise Alevîlikte kadınların posta oturmadıkları iddiasıdır. Uludağ'ın konu ile ilgili kaynaklardan haberi olmaması mümkün değildir. Barkan‟ın konuya ilişkin çeşitli makalelerinde arşiv kayıtlarından örnekler vermiştir. Halk içerisinde anlatılanlar bir tarafa, Osmanlı arşiv belgelerinde bu hususla ilgili birçok kanıt bulunmaktadır. Kadınların posta oturduğu kadın erkek ibadetlerde yan yana bulunduğu birçok kaynakta dile getirilmiştir. Uludağ‟ın eleştirilerinin bilimsel olmaktan çok geleneksel tavrın devamı olduğunu söylemek gerekir. Alevî inancına göre kadının rolü konusunda daha düzeyli eleştirel bir başka yaklaşım Varhoff‟tan gelmiştir. Varhoff, son dönemde yazılan kitaplardaki hakikaten abartılı kimi yaklaşımlarla dolu olan değerlendirmeleri esas alarak; onların anlattıkları ile günlük sosyal yaşamdaki yaşananları karşılaştırır. Varhoff, makalesinde, post-modern dönemde Batı tipi bir modern Alevî kadını beklentisinin hayal kırıklığı ile mevcut durumu tepkisel bir tarzda eleştirir. Bu eleştirilerinde, kendisi de eleştirdiklerine benzer bir tutumla bugünkü sosyal yaşamda görünenden yola çıkarak inancı da aynı şekilde olumsuz değerlendirmeye gider. Varhoff, inancın detaylı incelemesini bir tarafa bırakıp ortalıkta duran birçok gerçeği de reddeden bir konuma gelir. Varhoff, inancın kendisinin ne dediğine bakmadan, yüzeysel kimi yaklaşımlarla kestirme değerlendirmelere girişir. Varhoff, “Alevî İslâm anlayışında kadınların değerlerinin yüksek olduğunu, kadın erkek eşitliği ve kadının kutsallığını özellikle belirtilir. Fakat bunlar doğru değildir.” der. Varhoff, dinî ritüellerde kadının kutsallığı ile ilgili söylenenlerin doğru olmadığını, kadının bu konuda ilerlemesine müsaade etmeyecek şekilde düzenlendiğini belirtir. Ona göre, cemlerde, cinsiyet ayrımını ön plânda tutan bir iş bölümü ile kadın; aşçı, sofracı ya da süpürgeci olarak görevlendirilir. Ama bir zakir ya da rehber asla olamaz. Dede hakka yürüdüğünde, onun yerini bir kadın değil erkek alır, görünümü değiştirecek bazı örneklerin bu toplumda genel geçer olup bunların kalıcı olmadığını söyler. Varhoff‟un, eleştirilerinde günlük yaşamdaki bazı sorunlardan yola çıkarak inancın kendisi, tarihsel evrimi ve içeriği konusunda yeterli örnekleme ya da araştırmaya gitmediği görülmektedir. Varhoff„un son söylediğinden geriye doğru gidersek, kadınların dinî hiyerarşi içinde daha üst makamlara gelemediğine ilişkin sözlerin gerçeği yansıtmadığını söylemek gerekir. Bu konuda Hacı Bektaş‟tan sonra büyük ihtimalle posta oturan Kadıncık Ana, iyi bir örnektir. Hacı Bektaş Velî‟nin yerine posta oturan Kadıncık Ana idi. Abdal Musa‟yı yetiştiren de oydu. Bunları Âşık Paşazâde kaydetmektedir. Fazlulah'ın ölmeden önce müritleri ve aile efradına vasiyet niteliğindeki mektubunu kızına hitaben yazması, büyük ihtimalle kendisinden sonra onun kendi yerine geçmesine işaret etmesi ile ilgilidir. Bu durum bilindiğinden Fazlulah‟ın ölümünün ardından, ilk öldürülen 500 kişinin başında o vardır. Yine Barkan‟ın yayımladığı belgelerde, kadınların tekkelerde halifelik yaptıkları resmî kayıtlara geçmiştir. Belgeler arasında, Çırağ Akçesi diye bir terim geçmektedir. Aynı terim bugün de kullanılmaktadır. Günümüzde Çırağ Akçesi terimi; talibin yol hizmetinin görülmesini sağlayan dedeye ödediği bedel, olarak kullanılmaktadır. Bu da, görgü ve cem dahil bütün hizmetlerin yapılması demektir. Kız Ana, Anşa Bacı, yakın dönemde yaşamış Elif Ana örnekleri Varhoff‟un değerlendirmelerini haksız çıkartmaktadır. Varhoff ibadette kadınların aşağı hizmet olarak vasıflandırdığı aşçılık, süpürgecilik gibi hizmetleri yaptığını söylerken, yapılan işin 12 hizmetin bir parçası olduğu ve 12 imamları temsil edip, onlar arasında herhangi bir ayrımın söz konusu olmadığını bilmesi gerekirdi. Aslında Varhoff‟un değerlendirmelerinden, onun tasavvufu da pek bilmediği anlaşılıyor. Tasavvufa giren birçok kişinin, nefsine karşı mücadele etmek ve onu yenmek için en ağır ve en kötü elbiselerle dolaştıkları, hatta dilencilik yaptıkları bilinmektedir. Bu konuda oldukça çok örnek anlatılır. Bunlar, nefsin terbiyesi için gerekli şeyler olarak algılanmaktadır. Cemlerde yapılan işler, hizmettir. Bu hizmetlerle amaç zaten benlikten ve büyüklükten uzaklaşmaktır. İnanca göre 12 hizmette yapılan işlerin hiçbirisi, bir diğerinden aşağı ya da yüksek değildir. Süpürgeci hizmeti yalnız kadınlara has bir hizmet olmayıp, bunu yer yer erkekler de yapmaktadır. Kaldı ki süpürgeci, gülbankında, “Süpürgeciyiz, Gürüfü Naciyiz, Kırklar ceminde üç bacıyız. Süpürgeci Selman, kör olsun mervan, zühür etti methi sahibi zaman. Destimiz deman, küfrümüz iman, yardımcımız on iki imam. Nefes pirdedir” derken, bu hizmetin asıl sahibi erkek olan Salman Farisî‟dir. Günümüzde, Trakya bölgesinde kadınlardan dervişler bulunmakta olup, rehberlik hizmeti de yapmaktadırlar. Yine Sarı Bal ocağına bağlı Alevîlerde kurbancı hizmeti, Kadıncık Ana‟nın olduğu inancıyla, gelen kadınlar duayı onun adına alırlar. Hatta Trakya‟ya özgü bir inanç olan Nakşî Bektaşîleri‟nde, muhabbetin açılışında ilk nefesi Mürşidin eşi söylemektedir. Otman Baba Bektaşîleri‟nde (Hasköy yöresi Babaîleri‟nde) kadın semahta ara duayı yapmaktadır. Varhoff‟un bu eleştirisi, daha çok modern dönemdeki cinsler arasında görev paylaşımını esas alarak mevcut duruma yöneliktir. Kaldı ki, geleneğin kesintiye uğramasının etkisiyle, sayıları azalsa da kadınların her türlü hizmeti yapabildiğini rahatça söylemek mümkündür. Bunlardan Fatma Ana‟nın mirasçıları olarak piri kadın olan dede ocakları bulunmaktadır. Yine birçok kadın adlı evliya örnekleri, Varhoff‟un söylediğinin tersine kadınların da kutsal makamlara gelmesinde bir engel bulunmadığını bizlere göstermektedir. Eğer bir inanç, kendi sistematiği içinde bir kural koymuşsa, ya ona uyar ya da uymaz. Eğer Alevî-Bektaşî inancının kadınlara yönelik bir ayrımcı yaklaşımı olsaydı, en azından sınırlı da olsa yukarıdaki bu örneklere rastlamak mümkün olmazdı. Alevî Geleneğinde ve Sosyal Yaşamda Kadının Yeri Daha önceki bölümlerde değinildiği gibi Alevî-Bektaşîler arasında kadın, inanca göre erkekle eşit bir yere sahiptir. İnançtaki bu düşünce, geleneği sürdüren Alevîler arasında hâlen etkinliğini korumaktadır. Hatta bazı durumlarda onun, Fatma Ana‟nın temsilcisi olarak ereklerden daha önemli bir işlev gördüklerine de şahit olunmaktadır. Örneğin aileler arasındaki kimi kavgalarda dede hanımları, başlarındaki baş örtülerini kavga meydanına atıklarında kavgaya derhal son verilirdi. Bu atılan örtü, Fatma Ana‟yı temsil etmekte olup onun yoldan gelen birleştiriciliğine atıfta bulunulurdu. Bu durumun örneklerine, Batı Anadolu, Çorum ve Tunceli bölgesindeki Alevîler arasında son dönemlere kadar rastlanmaktaydı. Sosyal yaşamlarında kadına yönelik bir dışlayıcılıktan bahsetmek zordur. Onlar bütün cemaât üyeleri gibi, her alanda birlikte bulunmaya özelikle dikkat ederler. Bu nedenle, eve gelen erkek yada kadın ayrı yerlerde değil, aynı mekânda, bir arada sosyal yaşam sürdürülmektedir. Bu serbesti içerisinde yetişen gençler arasında evliliklerde, kaçma olaylarına, diğer gruplara göre daha sınırlı sayıda rastlanmaktadır. Alevîler arasında, Hz.Ali gibi tek eşlilik esastır. Çok sınırlı sayıda da olsa çocuğun olmaması durumunda çift evli örnekler de vardır. Bu evliklerin tamamında ya ağır koşullardaki kadınların hastalığı ya da uzun süre çocuğunun olmaması temel nedendir. Bu uygulamalarda bile, kadının razılığı mutlaka şarttır. Böyle bir durumda bile evlenen düşkün, olur. Fakat diğerine göre bu durum biraz daha anlayışla karşılanmaktadır. Bu anlayış hiçbir zaman hoşgörü boyutunda olmayıp, bir anlamda zorunlu kabulleniştir. Ama kesinlikle, Alevîler arasında asıl olan Hz. Ali gibi tek eşliliktir. Erkeğin istediği zaman kadını boşaması mümkün değildir. Yoksa kişi, istediği zaman kadına ben senden boşanıyorum diyerek toplumun karşısına çıkamaz. Bu yapıldığında düşkün sayılıp düşkünlüğünden kurtulana kadar cemlere giremez; ibadetini yerine getiremez. Bu da kadını istendiği zaman alınan, istenmediği zaman atılan bir meta hâline getirmekten uzak tutar. Bu uygulamanın hiçbir yasal ve ekonomik güvencenin olmadığı bir dönemde kadınlar için ne kadar hayatî önem taşıdığı ortadadır. Alevî inancında kadınlara yönelik bir ayrımcılıktan bahsetmek zor olmasına rağmen günlük yaşamda her zaman inanca göre hareket edilmediği tarihsel bir gerçektir. İnancın savunduklarının dışında, kimi olumsuzlukların da yaşandığı görülmektedir. Ama bu olumsuzluklar, inancın kendisinden meşrulaştıracak bir metin bulmak mümkün değildir. Kimi bölgelerde kadınlara yönelik kısıtlayıcı davranışların sebebinin inançtan değil, sosyal yaşamdaki bazı olumsuzluklardan olduğu görülmektedir. Bu kısıtlamaların nedeni olarak, farklı grupların koruma güdüsünün ağır bastığı görülüyor. “Ötekini küçümseyip aşağılayarak kendi kültürünü, kendi toplumunu yüceltme çabasında kadının bir sembol olarak kullanılması, özellikle Akdenizli ve Ortadoğulu toplumlarda önemli bir silâh haline gelmiştir.” Türkiye toplumunun geleneksel kültürel değerlerinde, bireysel namus anlayışı değil, erkeğin kadından sorumlu olduğu erkeğe bağlı bir namus anlayışının hâkim oluşu, kadınları korumak için kimi haklardan ve özgürlüklerden mahrum etmiştir. Bu durum başta Alevîler olmak üzere birçok grup için geçerlidir. Örneğin Güneydoğu Anadolu Bölgesi‟nde Hristiyanlar‟ın, Müslümanlar‟ın ve Yezidiler‟in, inançları birbirlerinden farklı olmasına rağmen kadınların sosyal yaşamdaki özgürlüklerinin erkeklere göre daha kötü olduğu bilinmektedir. Din, bu konuda bu toplulukların yaşamında cemaât içi ilişkilerinde belirleyici bir rol oynarken, dışarıya karşı geçerliliği pek bulunmamaktadır. Bu üç grubun kadınlara yönelik yaklaşımları, farklı inançta olmalarına rağmen çok büyük farlılıklar olmadığını göstermektedir. Bu grupların, korunma güdüsüyle kadınların kimi özgürlüklerini kısıtladıkları bilinmektedir. Özellikle Hristiyan ve Yezidiler bu davranışlarına gerekçe olarak, Müslümanların kadınları zorla kaçırmasını gösteriyorlar. Benzer bir gerekçeyi Çorum Alaca çevresi Alevîleri de anlatmaktadır. Bütün bu olumsuzluklara rağmen Alevî inancının kadına yönelik bir kısıtlama getirdiğini söylemek zor olup; sosyal yaşamdaki bazı olumsuzlukların meşrulaştırılmasında, inançtan herhangi bir destek bulmak mümkün değildir. En kutsal metinlerinde bile Tanrı‟yı bakire kız suretinde tanıtan bir inançtan kadınlara yönelik ayrımcı tavır beklemek zor bir ihtimaldir. Yine Ehl-i Haklarda da Tanrı‟nın yedi meleğinden birisi olan Rezbar‟ın görevi, çoğaltmak, yaratmak, ortaya çıkartmak ve doğurtmak olarak anlatılarak onun kadınsı yönüne vurgu yapılmaktadır. Tanrıyı bile kadın olarak tasvir etmekte bir mahsur görmeyen Alevî inancının kadınlara yönelik ayrımcı davrandığını ya da dinî hiyerarşisini erkek egemen bir şekilde dizayn ettiğini söylemek zordur. Fakat kimi araştırmacıların meseleyi abartarak anlattığı gibi Alevîliğin kadını kutsadığı gibi bir iddia da inandırıcı değildir. Alevîlerde kadının kutsallığı değil, olgunluk derecesine gelen insanın kutsallığı vardır. Bu dereceye, kadın ya da erkek kim gelirse gelsin kutsallaştırılır. Alevî inancının tek bir cinsi kendine merkez aldığını; inanç ve ibadetlerdeki hiyerarşisini buna göre dizayn ettiğini söylemek zordur.
DİPNOTLAR Belkıs Temren, I. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Sempozyum Bildirileri. 22 –24 Ekim 1998, Ankara s.317. Günümüzde Alevîlerin en önemli problemi; gelenekle aralarındaki bağların kopuş sorunudur. Gelenek kesintiye uğradığı için onun kimi sembolik araçları da unutulmaya yüz tutmuştur. Bunlar içinde en önemlisi kullanılan kavramlar ve taşıdığı anlamlardır. Günümüzde inancın geleneksel kavramları ve onlara verilen tanımlamalar yerine, günlük konuşmalarda anlaşıldığı gibi kullanılması inancın doğru kavranılmasında ciddi problem çıkartmaktadır. Alevîlik araştırmalarında bu kavramları bilmeden yapılan çalışmalar art niyet olmasa bile nasıl anlaşılmışsa o şekilde anlatılmakta ve amaçlamasa bile bir manipülâsyona aracılık etmektedir. Aşağıda görüleceği gibi “Üryan” ya da “don” gibi kimi kavramların konunun uzmanlarınca bile yanlış anlaşıldığı görülmektedir. İrene Melikof, Uyur İdik Uyardılar, Çev. Turan Alptekin Can Yay., İstanbul, 1993. s.62. Alevilik konusunun önde gelen birkaç isminden birisi olan Irene Melikof‟un bile Üryan kavramını çıplaklık olarak anladığı görülmektedir. (Uyur İdik Uyardılar, Çev. Turan Alptekin Cem Yay., s.146.) Melikof, üryanlar semahının Şeyh Bedrettin'in çıplak asılması ile ilgili olabileceğini söyler. Yine aynı semahın Kars Sarıkamış‟ta da yapıldığı bilgisini kendisi vermesine rağmen bu durumu Şeyh Bedrettin ile ilişkilendirir. Melikof'un Kars‟ta, Bedrettin'in pek tanınmadığını bildiği halde üryanlar semahını bulması konuya ilişkin fikirlerinde bir değişikliğe sebep olmamış, yaklaşımını aynı şekilde sürdürmüştür. Ali Aybek Dede 1932 doğumlu Ortaokul mezunu. İrene Melikof, Uyur İdik Uyardılar, Çev. Turan Alptekin Cem Yay., İstanbul, 1993, s.149. A.Yaşar Ocak, Bektaşî Menkıbelerinde İslâm Öncesi İnanç Motifleri, İstanbul, Enderun Kitabevi, 1983, s.126. Elvan Çelebi, Menakıbu‟l-Kudsiyye Fi Menasıbi‟l-Ünsiyye, Haz. A. Y. A.Yaşar Ocak, İ E. Erünsal, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., 1984, s. 23. Abdülbaki Gölpınarlı, Vilâyetname, İnkılâp Yay., 1990. s.32. Yunus Koçak, Hasan Dede Hayatı ve Öğretisi, Hasan Dede Belediyesi Kültür Yay., No.3, Ankara, s.198. İbrahim Gökçen ,Sicillere göre XVI.ve XVII. Asırlarda Saruhan Zaviye ve Yatırları, İstanbul, 1946, s.35. A.Munis Armağan, Ege‟nin Gizli Tarihi Horasaniler, Tüze Yayıncılık, 2001, s.103-104. Bedrettinîler günümüzde Bulgaristan ve Türkiye‟de Trakya bölgesinde bulunmaktadırlar. Bunlar, Babaîlerle oldukça ortak özellikler taşımakta ve onlarla çok yakın bölgelerde yaşamaktadırlar. Büyük ihtimalle Babaîlerden ayrılan bir grupturlar. Babaîler, kendilerini Alevî olarak tanımlamalarına rağmen, Bedrettinler buna karşı çıkmakta, kendilerini Bedrettinî olarak tanımlamaktadırlar. İbrahim Bahadır, “Balkanlarda Babaîler Bektaşîler”, Uluslararası Türk Dünyası İnanç Önderleri Kongresi, 23-28 Ekim 2001, Ankara, Tüksev Yay., s 107 157. Irene Melikof, Hacı Bektaş Efsaneden Gerçeğe, Çev. Turan Alptekin, Cumhuriyet Yay., 1995, s.200. Bedri Noyan, Seyyit Ali Sultan Vilâyetnamesi, Ayyıldız Yay. Durmuş Günel, “Cem”, www.alewiten.com, Bedri Noyan, Demir Baba Vilâyetnamesi, Can Yay., İstanbul, 1976, s.67. Ömer Lütfü Barkan, “Kolanizatör Türk Dervişleri”, Vakıflar Dergisi, 1942, s.322-365 Necat Birdoğan, Anadolu ve Balkanlarda Alevî Yerleşmesi, Alev Yay., 1992, s.178. Ali Aybek, 1932 doğumlu, Orta okul mezunu. İrene Melikof, Uyur İdik Uyardılar, Çev. Turan Alptekin, Cem Yay. İstanbul, 1993 s.65 Y. Ziya Yörükan, Anadolu’da Alevîler ve Tahtacılar, hzl. T. Yörükan, T.C. Kül. Bak Yay., 1998 s.131. Hüseyin Bal, Alevî Bektaşî Köylerinde Toplumsal Kurumlar, Ant Yay., 1997, s.53.; Günümüzde İran ve Türkistan‟da bulunan Ahmet Yasevi‟ye bağlı Celtenler arasında kadınların kırklar inancını sürdürmektedir, onları sembolize ederek kırk kadın zikir yapmaktadır. Baymirza Hayit, Türkistan Kadının Yasevicilik An’anesi, Yasevilik Bilgisi, Ahmet Yasevi Vak.Yay., 1998, s.458. Müslüm Ulusoy, Koçu Baba Anadolu ve Avrupa’da Türk Damgası, Cilt.I, Temmuz 2002, Ankara s.342. Ali Aybek, 1932 doğumlu Ortaokul mezunu. Alevî grupları içerisinde kimi bölgelerde farklı sayıda erkanlar uygulanmaktadır. Örneğin Bulgaristan Babaîleri‟nde erkân sayısı yer yer yedi ile oniki arasında değişmektedir. Afyon ve Denizli bölgesinde ise altı ve dokuz erkânlı grupların da var olduğu söylenmektedir. İbrahim Bahadır, “Alevîlik‟te Erkân Farklılıkları”, Uluslararası Türk Dünya İnançları Önderleri Kongres”, Ürgüp, 2000, s.89,113. Hüseyin Gazi Metin, 1934 doğumlu. Refik Engin, 30.10. 2003 tarihinde gönderilen mektup. Seyit Gazi Arslan beyli köyündeki Sücattin Tekkesi‟nde bulunan ocak, Fatma Ana ocağı olarak bilinmektedir. Burdur‟a bağlı Senirkent bucağında bulunan eski bir volkan yatağı olan dağ Fatma Ana adıyla anılmaktadır. Refik Engin, 30.10. 2003 tarihinde gönderilen mektup. Ali Aybek,1932 doğumlu, Ortaokul mezunu. Refik Engin, 30.10. 2003 tarihinde gönderilen mektup. Hüseyin Bal, Alevî Bektaşî Köylerinde Toplumsal Kurumlar, Ant Yay., 1997, s.52. Refik Engin, 30.10. 2003 tarihinde gönderilen mektup. Süleyman Uludağ, Sufî Gözüyle Kadın, İstanbul, İnsan Yay., s.115. Süleyman Uludağ'ın, cemlere Sünnî kökenden insanları almıyorlar, iddiası da çok geçerli bir savunma değildir. Alevîlik konusunda çalışan ve birçok Sünnî kökenden gelen araştırmacı cemlere alınmaktadır. Hatta Sünnî kökenden olmasına rağmen cemleri merak eden sıradan insanların da girebildiğine birkaç kez ben de şahit oldum. Süleyman Uludağ, Sufî Gözüyle Kadın, İnsan Yay, İstanbul, 2003, s.115. Konuya ilişkin bkz. Ömer Lütfi Barkan, “İstilâ Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler”, Vakıflar Dergisi,1942, s.302-303; Ömer Lütfi Barkan, Türkiye’de Toprak Meselesi, Toplu Eserler I, Gözlem Yay. İstanbul, 1980, s.171,621; Ömer Lütfi Barkan, Meriçli Enver Hüdavendigâr Livası Tahrir Defteri, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1988, s.43. Karin Varhoff, Söylemde ve Hayatta Alevî Kadına Kısa Bir Bakış, Tarihî ve Kültürel Boyutlarıyla Türkiye’de Alevîler Bektaşîler, İstanbul, Nusayrîler Ensar Neşriyat, İstanbul 1999, s.251-264. Kitabın ilerleyen bölümlerindeki Alevî kadın derviş geleneği ve yerel alanda Alevî kadınlar adlı bölümde gerekli örnekler sıralanmıştır. Refik Engin, 30.10. 2003 tarihinde gönderilen mektup. Özellikle son dönemlerde kendi geleneksel inançları ile bağları kalmamış Alevî kökenli kişilerde gelenekle ters düşen kimi olumsuzluklara da rastlandığını belirtmek gerekir. Karin Varhoff, Söylemde ve Hayatta Alevî Kadına Kısa Bir Bakış, Tarihî ve Kültürel Boyutlarıyla Türkiye’de Alevîler Bektaşîler, Nusayrîler Ensar Neşriyat, İstanbul, 1999, s.253. Çorum ili Alaca ilçesi Yenice köyünde 1930‟lu yıllarda gerçekleşen, bir kızın Sünnî bir Çerkez tarafından tarladan zorla kaçırılması, çevre köylerin tepkisiyle karşılanmış, bu olay kadınların uzun süre tek başlarına tarlaya gitmelerine engel teşkil etmiştir. Ahmet Yaşar Ocak, Bektaşî Menkıbelerinde İslâm Öncesi İnanç Motifleri, Enderun Kitabevi, İstanbul 1983, s.113.