EYUP AĞA YAŞLI KADINI NEDEN HASTA ETTİ?
Sevgili Okuyucular, Kırşehir’de doktor olarak çalışırken hafta sonları sık sık da köye giderdim. Bizim tarlaları ağabeyim eker, biçerdi. Benim ekili birşeyim yoktu, ama, komşuların ürünlerinin iyi olmasına çok sevinirdim. Onların buğday ve nohut tarlalarını gezerdim.
Eniştem Eyüp Bahadır da benimle gezerdi. Gene böyle bir gün tarlaları gezdik, köye döndük. Eniştem bana dediki: -Doktor, sürekli köye gelip gidiyorsun. Çiftçiliği de seviyorsun. Tohumu senden, öteki hizmetleri benden 150 dönüm ortak nohut ekelim. Yeşerince yeşilliğine bakar, bir seviniriz, olgunlaşmaya başlayınca, dolaşır olgunlarını yeriz. Yolar köye getiririz. Sen Kırşehir’e götürürsün.Çocuklara: -Bakın çocuklar bu bizim tarlanın nohutları, dersin.
-İyi olursa ikimizde kar ederiz. İyi olmazsa onu da Allah bilir, dedi.
Benim de aklıma yattı. “Nasıl olsa köye gelip, gidiyoruz. Hiç olmazsa geliş gidiş 300 kilometrelik bu yolu boşa gelip gitmemiş oluruz.” diye düşündüm. Enişteme 60 teneke nohut satın alıp, verdim.
Bahar gelince onu bir güzel ektiler. Havalarda iyi gitti. Yağmur da iyi yağıyordu.
15 Mayıs’ta ailece köye gittik. Eniştem, çocuklar, ben tarlaları gezdik. Her taraf yemşeşil, nohutlar güzel gelişmiş. Neşeli bir şekilde köye döndük.
Hasat zamanı geldi. Eniştem beni köye çağırdı.
-Doktor, nohutlar güzel oldu da, yağmur, dolu yağmadan bir yoldurabilirsek iyi olacak. dedi.
O zamanlar, nohutlar bireçdöverle alınmıyordu. Elle yolunuyordu. Bu yolum işini de genellikle Urfa tarafından gelen işçiler yapıyordu.
“İşçileri nerede buluruz?” diye düşünürken,Yozgat’ın Mahal Köyünde nohut yolduklarını, öğrendik. “Birkaç güne kadar oranın işi biter. Bizim köye getirirsek iyi olur.” diye düşündük.
Bindik arabaya, Mahal’a vardık. Vardık ama o sıralar Urfa’lı işçiler de karaborsaya çıkmış. Her köyden onlara talep gelmiş. O diyor; ”bizim köye gidelim.” Öteki diyor; “ bizim köye gidelim.” Pazarlık, işçilerin başında Dayı Başı denen birileri var, onunla yapılıyor.
Ben enişteme dedim ki: “Dayı Başına deki: Benim ortağım doktor. İşiniz biter bitmez paranız tıkır, tıkır ödenir. Öyle hele nohudu satalımda, ondan sonra paranızı verelim diye sizi oyalamayız, de!” dedim.
Eniştem gitti Dayı Başına aynen anlattı. Dayı Başı benim yanıma kadar geldi. Beni şöyle baştan aşağı iyi bir süzdü. “Demek siz toktorsunuz.” dedi. Ben de; “Evet doktorum Kırşehir’de çalışıyorum.” dedim.
Dayı Başı enişteme; “Yeme içeme konusunda nasıl bakarsınız. Bizi aç bırakmayın da!” dedi.
Eniştem: “Ben köyün ileri gelenlerindenim. Bana Eyüp Ağa derler.
Sabah kahvaltısında: Çay, peynir, bal, zeytin, tereyağı, çeşitli reçeller, yumurta tırıp. İçen varsa sigarada benden.
Öğlen yemeğinde: Katmerli çörek, kızarmış tavuk, pirinç pilavı, yoğurt, ayran, çay tırıp. Sigara gene benden.
Akşam yemeği: Bulgur pilavı, ayran, karpuz, kavun, çay. Sigara gene benden.” deyince Dayı Başı zevkten dört köşe oldu. Ağzı kulaklarına varıyordu.
Dayı Başı enişteme söz verdi. -Tamam dayı, Bugün Pazartesi, buranın işi Cumaya biter. Cumartesi sabah kesin sizin köydeyiz. dedi.
-Ben 500 lira kapora verdim. Ona da çok memnun oldu.
Eniştemi köye bıraktım. -Ben Cumartesi Öğleye doğru gelirim. dedim. Kırşehir’e döndüm.
-Cumartesi günü Kırşehir’de arabanın arkasını karpuz, kavun ile doldurdum. İşçilerin çalışmaya başladıkları tarlanın başına geldim.
-İşçilere: “Kolay gelsin, iyi çalışmalar.” diyerek bir selam verdim.
Dayı başı geldi: -Hoş geldin Toktur Efendi, dedi. Ben de teşekkür ettim. -Kaç kişi çalışyor? diye sordum. -15 emele var. üçünün bebegi vardır. İki de küküm (yaşlı çalışmayan) var Beğim. diye cevap verdi.
-Eğer bebekleri saymaz isek toplam 17 kişiler.
Arabanın bagajını açtım. Dayı başına: -Bunları size getirdim alın, afiyet olsun! dedim. -Sağol Ağam! Deyip, bağajı boşalttılar. -Herkese yetti. Birazda arttı. Onu da sonra yeriz Begim sağol, kesenize bereket! diyerek beni uğurlarken, -İşinizini ne zaman bitirirsiniz? Ben gelecek hafta gene gelirim. dedim.
Dayı Başı: Haftaya biter, ya da az bişey kalır Beğim. dedi.
Ben eniştemle de vedalaştıktan sonra Kırşehir’e döndüm.
Pazartesi akşam eniştem telefonla beni aradı.
-Doktor bu işin içinden çıkamıyorum, şaşırdım kaldım. dedi.
-Ne oldu? Neyin içinden çıkamıyorsun? diye sordum.
- İlk gün sabah 1 kilo bal, 2 kilo tereyağı, peynir, zeytin yumurta, reçel götürdüm. Kapış kapış ettiler. Çayla etmekle karınlarını doyurdular.
Öğleyin 5 tane tavuk, katmerli çörek, 2 kova pirinç pilavı, çay götürdüm. Tavukları çekim çekim ettiler. Versen her biri, bir tavuk yiyecek. Gene çay ve ekmekle karınlarnı doyurdular.
Akşam: Bulgur pilavı, ayran, karpuz, kavun verdim. Gene memnun edemedim. Şaştım nasıl ederiz? dedi.
-Enişte, idare et! Ben hergün oraya varamamki. Hastane, muayene hane, ben de burada çalışmaya mecburum. Hadi kolay gelsin. Hafta sonu gelirim. dedim.
Cumartesi gene arabanın arkasını kapuz, kavun, domates, biber, salatalıkla doldurdum. Arabanın içine de 50 tane ekmek aldım. Tarlanın başına vardım. Arabadan indim.
-Kolay gelsin, nasılsınız iyi misiniz? diye çalışanları selamladım.
Dayı Başı geldi elimi sıktı. -Hoş geldin Begim! dedi.
Arabanın bağajını açtım. -Bunları size getirdim. Boşaltın alın! dedim.
Bu arada yaşlı, esmer bir kadın bastona benzer bir ağaç parçasına dayanarak, bana doğru geldi.
-Begim, ben bu Eyip Agadan hiç hoşnut degilim dedi. Ekledi. -Bu adam ne söz vermişti?
Sabahleyin: Bal, tereyağı, zeytin, peynir, yumurta, çay tırıp dedi mi? Öğleyin, kızarmış tavuk, katmerli çörek, pirinç pilavı, çay, sigara tırıp dedi mi? Akşam: Bulgur pilavı, ayran, karpız, kavun, çay sigara tırıp dedi mi? diye bana sordu."Ben de öyle dedi dedim."
.
Yaşlı kadın: İlk gün birşeyler koklattı. Ondan sonra hergün üç öyün dayadı önümüze bulgur pilavı ayran, bulgur pilavı ayran. Yedim yedim, aha şimdi sıçamıyom.
HACI BEKTAŞİ VELİ
Pir Hacı Bektaş Veli'ye bir gün sorarlar;
Kadınları neden ibadetlerinize alıyor,
bir arada ibadet ediyorsunuz,
kadınlara neden bu kadar değer veriyorsunuz..?
Hünkar Şöyle cevap verir;
Erkek Arslan Arslanda,
Dişi Arslan Arslan Değil mi..?
Erkek dişi sorulmaz, muhabbetin dilinde,
Hak’kın yarattığı her şey yerli yerinde.
Bizim nazarımızda, kadın erkek farkı yok,
Noksanlık eksiklik, senin görüşlerinde. İnsanlığı
sevgiye, iyiliğe ve barışa davet eden Pir Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli’yi vefatının 750. yılında saygıyla anıyorum.
ADAMIN BAŞINA
GÖKTEN ADAM DÜŞTÜ
Değerli Okuyucular!
2021 yılı Şubat ayında Antalya’da havalar soğuyunca, belediye; sokakta yatan vatandaşları, üşümesinler, soğuktan zarar görmesinler diye otellere yerleştirdi. Böyle bir hizmet; belediyelerin vatandaşlara vermiş olduğu en değerli insancıl bir hizmettir. Vatandaşlar; belediyenin kendilerine verdiği değeri bilmeli ve böyle bir hizmeti taktir etmeleri gerekirken, bu hizmeti yanlış anlayanlar, taktir etmeyen insanlar da olabiliyor.
Ruhsal rahatsızlığı olan bir vadandaş, belediyenin bu hizmetini, kendisini otele hapsetme hareketi olarak düşünmüş olacak ki: 21 Şubat günü otelin ikinci kat penceresinden aşağıya atladı.
O sırada yoldan giden bir vatandaşın başına düştü. İkisi birden yere yuvarlandılar. Her ikisinde de sıyrıklar, yaralanmalar oldu. İkisini de hastaneye kaldırdılar. Neyseki de hayati tehlikelerinin oluşmadığı tespit edildi.
Başına adam düşen kişi: “Ben başıma gökten neyin düştüğünü anlamadım ki .” diyerek şaşkınlığını belirtti.
İnsanların başına gökten herşey düşebilir, ama bir adamın düşeceği pek akla yatmaz. Demek ki insanların başına, gökten adam da düşebiliyormuş.
Değerli Okuyucularımız: “Canım bu da olacak şey mi? Adam atlarken yolda giden kişiye dikkat etmez mi?” diye düşünebilirler.
Olayın yaşandığı tarihte akşam haberlerinde, televizyonda da görüntüleri de yayınlandı.
İSTANBUL’UN KURTULUŞU
Değerli Okuyucular!
İstanbul iki defa kurtulmuştur.
Birincisi Fatih Sultan Mehmet tarafından 1453 yılında Osmanlı topraklarına katılarak Türklerin eline geçmiştir.
İkincisi ise: Birinci Dünya Savaşı’nda, İttifak Devletlerinin, İtilaf Devletlerine yenilmesi sonucu bizde yenilmiş sayıldık. Osmanlı Devleti’nin toprakları, İtilaf Devletleri tarafından paylaşıldı. Osmanlı Padişahının İstanbul’da kalması kaydıyla Osmanlıya, Anadolu’nun ortasında birkaç vilayet verildi. Kısacası Osmanlı yokolmak üzereydi. Bizi geldiğimiz yere, Asya bozkırlarına sürmeyi düşünüyorlardı. Hatta bu konuda İngiltere başbakanı Lioyd GEORGE diyor ki: “Osmanlı Devleti yok olacak diye üzülecek değiliz”
Osmanlı Devleti parçalanırken, İngiltere de İstanbul’u, Boğazları ve Marmara Bölgesinin bir kısmını işgal etmişti. Bu işgal 30 Ekim 1918 de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşmasına dayanarak yapıldı.
İşgal kuvvetleri gemileriyle, 13 Kasım 1918 de İstanbul’a gelerek, Haydarpaşa önlerine demir attılar. Bu geliş 16 Mart 1920 tarihinde resmi işgale dönüştü. Yani resmen İstanbul, Çanakkale, Boğazlar ve Marmara Bölgesinin bir kısmı işgal kavetlerince özellikle de İngiliz’lerin eline geçti. İstanbul, işgal kuvvetleri başkomutanı da General HARİNGTON’du.
Çanakkale’de 250.000 şehit vererek, ÇANAKKALE GEÇİLMEZ destanını yazdıran Türk Ordusu, birlikte savaştığımız devletlerin yenilmesiyle, biz de yenilmiş sayıldık. Böylece dünya kenti güzel İstanbul’umuz elimizden çıkmıştı. Düşman gemilerinin toplarınının namlusu Dolmabahçe Sarayı’nda oturan Padişah Vahdettin’in sarayına çevrilmişti. Bu nedenle Vahdettin korkudan Dolmabahçe Sarayı’ndan, Yıldız Sarayı’na taşındı. Vahdettin; “Kendimi Allah’tan sonra İngilizlerin güvenliğine teslim ediyorum”. demiştir.
Bugünler için bir şairimiz diyor ki:
“Ağlamaktan gözlerim, kızarmıştı akları,
Kara yas bürümüştü kırmızı bayrakları.
Boyunlar bükülmüştü, başlar durmuyordu dik.
Kendi vatanımızda, vatansızlar gibiydik.
Ama “Geldikleri gibi giderler” diyen birisi vardı. Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK. Nihayet 19 Mayıs 1919 da Samsun’a çıkarak Anadolu ateşini yaktı. 9 Eylül 1922 de İzmir’de düşmanı denize döktü. İzmir’in kurtuluşundan sonra, Damat Ferit Paşa, 21 Eylül 1922 de ardına bakmadan yurt dışına kaçtı.
Kurtuluş Savaşı başarıyla sona erince, bize karşı savaşanlar, 11 Ekim 1922 de Mudanya Ateşkes Antlaşmasını imzalamak zorunda kaldılar. Bu antlaşmaya göre: Yunanistan, Doğu Trakya’yı Türk birliklerine teslim edecekti. Nihayet etti.
İstanbul ise barış antlaşmasından sonra teslim edilecekti. Nihayet 24 Temmuz 1923 te Lozan Barışı imzalandıktan sonra, İtilaf Kuvvetleri, 23 Ağustos 1923 ten itibaren, İstanbul’dan ayrılmaya başladılar. Son İtilaf Birlikleri, 4 Ekim 1923 te Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlenen bir törenden sonra Türk Bayrağını selamlayarak İstanbul’dan ayrıldılar.
6 Ekim 1923 günü, Şükrü Naili Paşa komutasındaki 3. kolordu İstanbul’a girdi. Böylece işgal resmen sonlanmış oldu. İstanbul , tam 4 yıl, 10 ay, 23 gün süren işgal karanlığından kurtulmuş oldu.
Bu nedenle her yıl 6 Ekim günü, İstanbul’un kurtuluş günü olarak kutlanır.
Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti’nin kurtarıcısı ve kurucusu olan Mareşal Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ve Silah Arkadaşlarına, Türk Milleti olarak en içten saygı ve hürmetlerimizi arzediyoruz.
Değerli Arkadaşlarım! Çanakkale Savaşı, Kurtuluş Savaşı hem acıklı, hem de insanın göz pınarlarından iplik iplik yaşlar dökülerek zevkle okunan konulardır.
Her Türkiye Cumhuriyeti Aydını, Osmanlı tarihini, Birinci Dünya Savaşı’nı, Kurtuluş Savaşı’nı tarafsız bir şekilde ve özümleyerek mutluka okumalıdr. Örneğin; İngiltere’de Çanakkale Savaşı ile ilgili iki ciltlik bir kitap yazılmıştır. O kitapta diyor ki: Çanakale’de orduyu elinde tutan Komutan, Mustafa KEMAL’di.
Herkese en içden saygılarımı arzediyorum.
Dr. Hüseyin DEMİRCİ
SURİYELİ GÖÇMENLERİN DURUMU
Sevgili Okuyucular!
Ülkemizde ne kadar Suriyeli göçmen var, kesin olarak bilinmiyor. Tahminen 4-6 milyon arasında olduğu sanılıyor.
Suriyelilerle yakın temasım olmadan onların yaşantılarını gazetelerden ve televizyonlardan izliyordum. Yenimahalle’de kızımın küçük bir dairesi vardı. Onu Suriyeli bir aileye kiraya verdim. Ev küçük ve 3-4 kişilik, bir ailenin zar zor yaşayacağı bir ev. Burayı tutarken de kendilerine: ”Burada ancak 3-4 kişi kalacaksanız tutun! Aileniz kalabalıksa rahat olamazsınız. Tutmayın!” dedim.
Suriyeli aile reisi de bana: ”Bizde 3 büyük bir de çocuk var.” deyince onlara kiraya verdim. Bu arada komşular:”Aman, Suriyeliye verme!” diye beni uyardılar. Fakat ben vermeyeceğim, o vermeyecekete bu zavallılar nerede kalacak diye düşünerek verdim.
Ama verdiğime bin pişman oldum. Apartmanda oturan diğer aileler durmadan telefonla arıyor: ”Aman Hocam gel, evini bir gör! Biz size demedik mi, sakın Suriyeliye verme diye, evde on kişi kalıyor. Çoluk çocuk, gürültü patırtı, temizlik sıfır. Kanallar tıkandı. Lavobalara karpuz kabuğu, paçavralar atıyorlar. Gel gör bunları çıkar.”
Gittim gerçekten neredeyse eve sığmayayacak kadar kalabalık bir aile, adamın iki tane karısı var. Gelini kızı oğlu sanıyorum 10 kişiden kalabalık. Yaşlılar türkçeyi bilmiyor. 8-10 yaşlarındaki çocuklar kıt sat Türkçe biliyor. Apartmanın bahçesinde 10 dan fazla çocuk var, 5-12 yaşları arasında hepsi Suriyeli. Meğer apartmanda bizim evden hariç iki suriyeli aile daha varmış. Bu yaşlarda okulda olması gereken çocuklar, sokakta ve bahçede. Okula gidiyor musunuz? diye sordum. “Hayır gitmiyoruz dediler”.
İşte en büyük sorun burada başlıyor. Bu çocuklar okula gitmiyorlar. Haliyle okuma yazmada bilemeyecekler. Cahil birer insan olarak yetişecekler. Dilim varmıyor ama bunlar hırsız, haydut, eroinci, balici, bonzaici olacaklar.
Komşuların tacizi nedeniyle emlakçı onları çıkarmış. Bu seferde Iraklı bir Türkmen’e vermiş.
Bu göçmenler konusunu düşündükçe hem ülkeme, hem de o insanlara acıyorum.
Bu sorun; üzerinde duşünülerek, mutlaka çözülmelidir diye düşünüyorum.
Herkese en içten saygılarımla.
|